Bugün, bir zamanlar tabu sayılan, “hurafe” diye küçümsenen ya da yalnızca gizli topluluklarda fısıldanan ezoterik ilimler, dünyanın önde gelen üniversitelerinde ders programlarına girmiş durumda. Bu, çağımızın ruhsal bir uyanış içinde olduğunun en somut göstergesidir.
Agni’nin arzusuyla başlayan, iftira ve acıyla derinleşen bu mit, yedi bilge kadının onurlarını koruyarak yıldızlara yükselişini ve böylece bilgelik, sabır ve ruhsal gücün sembolüne dönüşmelerini anlatır.
Kadınlar, sadece dünyayı taşıyan değil, aynı zamanda karmayı dönüştüren gücü temsil eder. Kız çocukları, bu gücün geleceğe uzanan, saf ve kutsal bir yansımasıdır. Bugün, tüm kadınların ve kız çocuklarının ruhsal yolculuklarını onurlandırma günüdür.
Bu, sadece bir savaş değil; ruhun karanlıkla olan sonsuz mücadelesidir! Şeytan ve onun yaratıkları insanın ışığını söndürmeye çalışırken, gerçek insanlık ruhsal bir uyanışla karanlıkla yüzleşip, zafer kazanarak evrenin dengesini yeniden kuracak. Sonsuz bir savaş başlıyor ve sen, bu büyük uyanışa katılmak için çağrıldın!
Bir zamanlar, gökyüzünün engin mavi derinliklerinde, Savaş Tanrısı İndra oturmuş, aşağıdaki dünyaya bakıyordu. Gözleri, insanların çamurlu su içinde dans ederken, neşeyle güldüklerini gördü. Göz kamaştıran bu sahne, İndra’nın ruhunu sarmalayan … Continue Reading İndra’nın Dünyaya İnişi: Bir Yolculuk
Kalevala adlı Doğu Finlandiya’ya ait geleneksel sözlü bir şiir, dünyanın yaratılışını, Finlilerin ülkesi Kalevala ve Kuzey ülkesi Pohjola arasındaki rekabeti anlatır. Aynı zamanda üç Finli kahramanın- Vainamoinen, İlmarinen ve Lemminkainen-Kuzey Ülkesi’nin prensesinin kalbini kazanmaya çalışmasını anlatır.
‘’Senin Herkül’ün Sütunları diye adlandırdığın boğazların tam ortasında bir ada vardı. Bu ada Libya ile Asya’nın bir araya gelmiş hâlinden daha büyüktü. Atlantis adlı bu adada, tüm adayı ve daha başka adalarla, kıtanın büyük bir kısmını yöneten güçlü ve harika bir imparator vardı. Atlantis insanları, Libya’nın Herkül’ün Sütunları arasında kalan kısmını ta Mısır’a kadar ve Avrupa’yı da Tiren Denizi’ne kadar hükümranlıkları altına almışlardı. Bir kişinin elindeki bu muazzam güç, ülkelerimizi ve boğazların içinde kalan tüm bölgeyi de ele geçirmek istiyordu.’’
Tarihi kayıp olan çok uzak bir geçmişten birileri bana seslenmişti. Bu rüyayı görmemin bir tek sebebi olabilirdi. Hatırlatılmak…
En kadim ırkların ana karası olan Minos kültürünün sesini duyurmaya ihtiyacı vardı sanki. Bana, rüyama girerek bir şey söylemek istiyor gibiydiler…
Apollo, tanrı Zeus ve tanrıça Leto’nun en güzel oğluydu, o tanrıların en güzeliydi. Saçları altın rengi ve gözleri gök mavisiydi. Masmavi bir tunik giyerdi. Giydiği giysi yüzünü ve bedenini daha da parlatırdı. Panter gibi güçlü ve parıldayan bir derisi vardı, göz alıcıydı. İnsanların yüzleri onu görünce aydınlanırdı. Üzerinde yay ve oklarını taşırdı. Altından arabası ve atları vardı. Geçtiği yerlere alev ve ışıltı bırakıyordu…
Solomon Hüdhüd’ü merak ediyor ve onun bu kayboluşundan ötürü kızmaya başlıyordu. Solomon diğer kuşlara: ‘’Hüdhüd nerededir?’’ diye sordu. ‘’Bilmiyoruz’’ dedi diğer kuşlar. Tam bu sırada Hüdhüd kuşu kanat çırparak çıkageldi. Nefes nefese kalmış bir halde Solomon’a doğru: ‘’Saba ülkesinden haberler getirdim. O ülkenin halkına büyük bir tahta oturan ve herşeye sahip olan çok zengin bir kraliçenin hükümdarlık ettiğini gördüm. Adına ‘’Nicaula’’ (Nikola) diyorlardı…