ZAMAN YENİDEN BAŞLARKEN: BİRLEŞME VE BİRLEŞTİRME VAKTİ GELDİ
Kadim bir filozof bir keresinde şöyle söylemişti: “Sıradan şeylerin bilgisine bile sahip olmayan kişi, insanlar arasında bir vahşidir. Yalnızca insanla ilgili meselelerde doğru bilgiye sahip olan kişi, vahşiler arasında bir insandır. Fakat aklın enerjisiyle bilinebilecek olan her şeyi bilen kişi, insanlar arasında bir Tanrı’dır.” Demek ki insanın doğal dünyadaki statüsü, düşünmesinin kalitesiyle belirlenir. Aklı, hayvani içgüdülerinin esiri olmuş kişi felsefi olarak bir vahşiden üstün değildir, akli yetiyle insani meselelere kafa yoran kişi bir insandır, ilahi gerçeklikleri tefekkür eden kişi ise hali hazırda bir yarı-tanrıdır; çünkü aklın ona taşıdığı aydınlıktan pay alır.
Çiçero, “Bilimlerin Bilimi” adlı muhteşem yazısında şöyle haykırır:
“Ey felsefe, ey hayatın rehberi!
Ey erdemlerin ve kusurları uzak tutan şeylerin arayıcısı!
Sensiz bizim halimiz, çağların hali ne olurdu?
Sen ki şehirleri yaratansın, sen ki dağılmış insanları hayatın toplumsal keyfine çağıransın.”
Marcus Tullius Cicero, insanı ve kainatı tanımak için felsefeyi değer belirleme bilimi olarak kabul görmüş görünmektedir. Ancak Çiçero gibi birçok felsefeci hayatın çağları aşan hakikatini, tıpkı yeryüzünün birçok büyük düşünürünün yaşadığı gibi, soluk kıyafetler içinde sunar. Bende kadim felsefesicilerin kelimeleri arasındaki sırlarını hakikatle hedefe giden şu dört yapı taşını kullanarak -tarihsel döngüler, ezoterizm, din ve real bilimi kullanarak aralamak istiyorum. Fakat önümüzde büyük bir engel var ve bu engel insanlığı sürekli ilerideymiş gibi gösteren aslında gün be gün gerileten düzenleriyle karşımızdalar.
Bundan önceki ve bundan sonraki yazılarımda deneyim ve gözlemlerim, insani köklerinden kopmuş olan iktidar konumundaki insanların yıkıcılıkla sevgi adına ölüm ve yıkım yaratan normalliğin deliliğiyle yaşattırdığı insani değerlerin yitimi karşısındaki tepkimi içeriyor. Bizim iktidara yetkin gördüklerimiz, yaşamımız ve geleceğimiz adına karar vermelerine izin verdiklerimiz -hala insani özle değil- kendi gerçek kimliğimizi yaratıcı gücümüzden vazgeçirmeye götüren özdeşleşmeyle boyun eğdirerek, kendimize ihanet etmemizi ve acıyı hisseden taraf olmamızı sağlıklılık maskesi altında insanlığı giderek daha fazla yıkıma sürüklüyorlar.
Fakat bütünlüğümüzün temelinde duygularımızın ve yüreğimizin söyledikleri var. Yüreğin dili, insanın hem vermek hem almak istediği sevgi ve sıcaklığa duyulan derin gereksinmeden seslenir. Ama uygarlığımız bizi korkaklaştırarak ve kendimizi yaralanabilir hissettiğimizde utanca boğmaktadır. Gerçekliğin dili, insanı ihtiyaçlarının yükünden kurtarmayı vaat ederek bizi artık kendi algılayışlarımıza güvenemeyecek hale getirdi. Bu nedenle tek kurtuluşumuz yüreğimizin dilidir.
İnsani yükselmeyi, sözde bir gerçekliğin mantığına bağlanarak değil, aksine kendi duygu yetimizi kullanarak aşmak gerekir. Bize dayatılan gerçeklikle kendi iç dünyamız arasındaki zıtlıkların gerilimini artık kaldıramadığımız için normal davranışın görüntüsü arkasına saklanan insanlar olduk ve gerçek duygularımızın kalmadığını görmeye başladık. Kendi duygularımızın yerine yapıştırma duygular sergiliyor olduk ve kendi gerçek duygularımızı terk ettik. Varsaydıklarımızın görüntüsü ne kadar sağlıklıysa hakikat manevrasını gerçekleştirmekte o kadar başarılı olduk. Amacımız kendi benliğimizi ifade etmek değil de, başkalarının davranışlarında, düşüncelerinde ve hissettiklerinde uyumlu-tutarlı olduğumuza inandırmak için kendi gerçekliğimizi yaşayamaz olduk. Yani kendimizi dönüştürmeyi gerçekleştiremedik. Bu yazıyı yazmamın bir nedeni de bütün bu sözde gerçek insan fiyaskolarına katlanamıyor oluşumdandır.
Biz kimiz? Ve nasıl gerçek gücümüzü aldatıcı unsurlara gereksinim görmeden nasıl deneyimleyebiliriz?
Gelin birlikte bakalım. Ve nereden başlamamız gerektiğine kendimiz karar verelim.
Bir şeyi deneyimlemeden ve onu görmeden bilmeden yorum yapmanın saçma olacağı kadar mantıksız hiçbir şey yoktur. Öz bilgiye ulaşmada bir sürü yol varken, neyin yanlış neyin doğru olduğuna kim karar veriyor?
Artık hakikatleri bilmek insanoğlunun en doğal hakkı! Bugüne kadar elimize yazılmış olan bilgileri okuduk ve tabi ki de anlamamıza sorgulamamıza fırsat vermeden kitapları kapatıp bir diğer verilen sisteme dayalı ezberleri tuttuk hafızamızda. Fakat bunları nasıl ve nerede kullanacağımız söylenmedi.
Sırf elimizde diplomalı bir sıfatımız olsun diye bugünlere geldik. İşte şu an insanoğlunun bilmesi gereken en derin felsefe taşlarından bahsedeceğim. Bunlar bizim geçmişimizi var eden, geleceğimizi ve dünyamızı şekillendiren unsurlar olacaklar. Eğer kullanmayı bilirsek. Unutmayın bu yolculukta birlikteyiz! Ve başardığımız, yaptığımız her şey hepimizi ilgilendiriyor olacak.
Sokrates’e göre, her şey üç sınıfa ayrılır: Tanrı, madde ve fikirler. O Tanrı için şunları söyler: “O ne olduğunu bilmediğim, ne olmadığını bildiğimdir.” Maddeyi doğuş ve yok oluşun öznesi; fikri, bozulmaz bir töz, Tanrı’nın aklı olarak tanımlamıştır. Bense tüm bu tanımları bilmeden önce kendimizin neye inandığından başlayıp bunu sorgulamayı öneriyorum. Sonuçta kişinin zihinsel deneyimi dışında hiçbir şey gerçek değildir. Eleştiri ile sorgulamak arasında büyük farklar var. Sorgulamadan ancak dalkavuk gibi yaşar ve hiçbir nedensel gerçek amaca ulaşmadan ölürüz.
Ruhtan maddeye doğru inişi, evrenin tanrısal ışığı ile ruhsal alemin kudret ve bilgisini taşıyan, büyük yol göstericileri, insanları aydınlatanları, büyük organizatörleri, hakikat uğruna her türlü eziyet ve acıya ve hatta ölümü bile gözünü kırpmadan kabul eden halis insanların, vazifeli mürşitlerin, insanlığa taşıdıkları ışığın nuru ile, kurduğumuz uygarlığın anlam ve amacını bize ifade ettiklerini çoktan unutmuşa benziyoruz. Ne tanrıya, ne ruha inanmayan, idrak edemeyen, kendinden ve sorumlu özgürlüğünden kuşkulanan, irade, imgeleme, ideal ve sevgiden yoksun insanlığın uykudan uyanmaları, silkinip ileriye hamle yapmaları için ışık ve bilgi getiren ilahi misyonerlerin gerçek vazifelerini öğrenmek bizlerin görevidir.
İnsanlık tarihi ile dinler tarihi birbirinden ayrılamazlar. Her ikisinin asıl amaç ve anlamı yani içsel ve dışsal görünümü, birbirlerinin sebep ve sonucu olmuştur. İnsanlığın tekamül çaba ve isteği onun bilgilenmesine sebep olmuş, bilgi de daha kapsamlı gerçeklere ulaşmasına yol açmıştır. Görünmeyen sebepler, görünen sebeplerin yapıcısıdır. Görünmeyen (ezoterik, batıni) sebepler; Ruhsal Dünya’nın insan özgürlüğünü asla zedelemeyen, yönlendirmeleri, bilgi ve aydınlatmaları, ilham ve vahyidir.
Bu aydınlatmalara sahip olduklarını savunan dinler, kendi dogmaları içine sıkışmış, maddenin kölesi durumuna gelmiş bilimden yardım bekler duruma düşmüş değiller midir?
Yetersizliğini fark etmeyip, maddeleşen manasını haklı çıkarmak için; kendinden daha beter durumda bulunan inkarcı bilimden medet uman dinler, hakikatlerini yeniden anlamak üzere kendi asıl köklerine, gizli ve yüksek anlamlarına dönmek zorundadırlar.
Fizik alemdeki keşifleri yüzünden sarhoşluğa kapılıp psişik ve entelektüel alemi elinin tersiyle bir yana atmaya başlamış olan bilime gelince, o da, bu haliyle, metodunda bilinmezciliği prensip ve amaçlarında da maddeciliği benimser bir görünüm kazanmıştır. Her ikisinin arasında bocalayıp yolunu şaşırmış olan felsefeyse, bir bakıma haklarından vazgeçip kendini, aşkın bir şüpheciliği kollarına bırakmıştır: bunun sonucu olarak da hem bireylerin, hem de toplumun ruhunda derin bölünmelere ve dağılmalara yol açmıştır.
Çağımızın en büyük derdi olarak gösterilen, birbirlerinin hakkından bir türlü gelemeyen ve birbirlerine devamlı diş bileyen iki düşman güç haline gelmiş gibi gösterilen bilim ve dinin aslında kainattaki her şeyde olduğu gibi bir bütün halinde kullanılıyor oluşlarını bilseydik her şey nasıl değişebilirdi?
Kadim insanlar bunların hepsini biliyordu. Hiçbir şeyin birbirinden ayrılmayacağı her şeyin birbiriyle bağlantıda olduğu gerçeğini. Kim olursak olalım, hangi felsefi, estetik ve sosyal ekole mensup bulunursak bulunalım, hepimiz, birbirleriyle bir türlü uzlaşamayan ve her ikisi de insanın vazgeçilemeyecek iki ihtiyacına cevap veren bu iki düşman alemi içimizde barındırmaktayız; bu iki ihtiyaçtan biri bilimsel ihtiyaçtır, diğeri de dini ihtiyaçtır.
Yüzeyden gelip de tüm ruhların derinliklerine kadar sinsice ve fakat sağlam bir biçimde işledikleri bilim ve din çatışması görüntüsüyle bu dert, daha da zararlı ve daha da tehlikeli bir hal almaya başlamıştır. Bilindiği gibi, zekalarda ve zihinlerde zuhur eden her türlü mutsuzluk ve her türlü burukluk, uzun vadede, önce ruhun, sonra da toplumun derdi haline gelmektedir. Ve şimdi kendi sistemlerine göre dinleriyle, yine onların sistemlerin bir parçası halinde ekonomik bir döngü niteliğini taşıyan yeni oluşumlar içerisine girmişlerdir.
Her zaman her an konuştuğumuz konu olan bilim ve din, sistemin verdiği bilgiye göre, insana, güç ve yeteneklerini geliştirmede küçücük bir yardımda bile bulunmayan, bilgi, güç ve yetenekleri kullandırmayan, aksine birbirlerini zayıflatacak şekilde harekete geçirilmiş iki ezeli düşman gibi gösterilmektedir.
Din, şiire ve müziğe dokunaklı bir ifadeyle duyulmadık işitilmedik bir yücelik kazandırmıştır. Ancak, süren giden bu şiddetli gerilim, zıt bir sonuca hayat vermekte de gecikmemiştir. Nasıl yüksek ateşin ardından dermansızlık gelirse, aynı şekilde, bu gerilimin ardından da bitkinlik, bıkkınlık ve güçsüzlük gelmiştir. Bilim artık sadece fizik ve maddi alemle ilgilenir olmuş; moral felsefe de zekaları yönlendirme görevini bir yana atmıştır: Dine gelince, gerçi o, hala daha kitleleri belli bir ölçü dahilinde çekip çevirmektedir, ama sosyal zirvelere hükmedecek gücü gösterememektedir; gerçi o, iyilikseverliği telkin eden yönüyle hala daha yücedir, ama iman konusundaki o eski parlaklığını da yitirmiş durumdadır, hayırlı bir işe yaramış olan bu çatışma, sonunda, güçsüzleşme ve duyarsızlaşma sebebi haline gelmiştir.
Aristoteles ‘e göre insan, ruhu sayesinde yaşar, hisseder ve anlar. Dolayısıyla Ruh’a ait üç yeti, besleyicilik, duyarlılık ve zekadır. Aristoteles öğrencisi Büyük İskender’e şunu öğretmişti. ‘’İyilik yapılmayan gün boşa geçmiştir.”
Varan 1: Ruh ve madde birbirinden ayrılmaz ikili olduğu gibi, şimdi tarihte bize kanıtlar bırakmış olan kadim insanların sundukları eserlere ışık tutarak, bilimi ve dini nasıl bir arada kullandıklarını birlikte okuyup öğrenelim.
İşte bana sorulan en genel soru: Bilgiye ulaşmak için nereden başlamalıyım?
Önce kendinden, kendimizi tanımaya başlamalı. Çünkü bütün bu ruh ve beden tüm bilgiyi saklıyor. Her bir zerremizde evrenin tohumlarını saklıyoruz. Eksik yönlerimiz görmeli, törpülenmesi gereken şeylerden başlamalı. Başarılı bir insan ruhunu en iyi kullanan ve yöneten insandır. Giysi olarak kullandığı egosunu bir kenara bırakıp onu ruhun çıplaklığıyla değerlendirip ebediğinin sırlarına ulaşmak için kullanabilmeli. Burada yaptıklarımız burada kalacaktır. Ama ruhunuz yaptıklarımız ve tüm bu girişimlerimiz, geliştirdiğimiz yönlerimiz, onların izi ebediyete ve açılmayan gizli kapıların açılmasına yardımcı olacaktır.
Bilmece gibi konuşmamakla birlikte gayet açık ne net ifade ettiğimi düşünüyorum. Ne dinden ne bilimden ne de gizemlerden korkmamak, mantığınıza ters düşen her şeye komplo teorisi gözüyle bakmadığımız sürece bu yol bizi hakikate sürükleyecektir.
Şimdi tüm büyük kitapların dediği gibi, ‘’herkese verilmeyen bu kadim bilgilere’’ biraz ışık tutup bize faydalı olabileceği ölçüde mercek altına alalım. O da bir sonraki ‘’Antik Mısır Sırları Kadim Öğretileri ve Tüm İnisiyeler Hakkıdaki’’ yazımda…
Sevgiyle kalın.
Esra DOĞRUL
Başarılı incelemeve araştırmalarınızı zevkle takip etmekdeyim.Kutluyor,devamını bekliyorum.BAŞARILAR
BeğenBeğen
Çok Teşekkür ederim 👼☀️🙏
BeğenBeğen