KARANLIKTA KAN KIRMIZI PELERİNİNİ ÖRTTÜĞÜNDE
Kopernik’in kitabı, Napoli yakınlarındaki küçük bir şehirde yaşayan genç bir papazın eline geçmişti. Papazın adı Giordano Bruno’ydu ve doğuştan asiydi. Bruno’nun hücresinde pek çok kitap vardı. Bazıları raflarda durur, bazıları da gizli bir yere kaldırılmış olurdu.
Manastır sorumlusu Bruno’nun hücresinde ciddi bir arama tarama yapsaydı, kitapları arasında kilise tarafından kabul edilen Aristotales’ten başka Lukres’in eserleri de bulunurdu.
‘Aquinolu Thomas’ın on sekiz ciltlik kitaplarıyla birlikte, Roterdamlı Erasmus’un zehir zemberek kitapları da geçerdi eline.
Bruno, Aziz Dominik Manastırı’na girdiği zaman on dört yaşındaydı. Dominikan Tarikatı’na bağlı papazlar, katı dinci ve acımasız olarak ün salmışlardı. Engizisyon mahkemelerinde davalara onlar bakardı. Her yere burunlarını sokarlardı. Öte yandan, papazlar arasında en bilgili olanlar da bunlardı. Bruno, Napoli’de genç bir Domenikan rahip olduğu zamanlarda bile uyumsuzdu.
Gerçekten bu özgür fikirli genç, niçin papaz olmuştu?
Hep bilim içindi. Kitapları çok severdi. Manastırın zengin kitaplığından başka nerede bulabilirdi bu kadar kitabı. Üstelik burada okumaktan başka işi olmayacaktı. Bilim buradaydı, manastırın tabandan tavana binlerce kitap dolu kitaplığındaydı. Bruno’ya gözlerinin gördüğünden daha geniş ufuklar gerekti.
Yıllar geçiyor Bruno kitap üstüne kitap okuyordu. Kitaplıkta saatlerce kalan Bruno yüzyıllarda ve çeşitli ülkelerde dolaşıyor, insanlığın geçtiği uzun yoldan yeniden geçiyordu. Yunan filozofları, dünyanın duvarlarını gerilere atıp genişleterek kendisine bilge kişilerin yolunda kılavuzluk ediyorlardı. Yunanlılardan sonra Araplar, Museviler geliyordu. İbni Rüşt, Bruno’ya evrenin ebedi, ruhun, insanlık okyanusunda ancak bir damla olduğunu söylüyordu. İnsan ölüyor, fakat insanlık kalıyordu.
‘’Yer suda, su havada, hava ateşte, ateş göktedir, gökse hiçbir yerde değildir’’ diyen Aristoteles’in dünyası Bruno’ya pek dar geliyordu.
Dünyanın duvarları gittikçe daralıyordu. Bruno buraya bilim için gelmişti, ama zindandaymış gibi havasızlıktan boğuluyordu. Bruno’nun davranışları dikkat çekmeye başlamıştı. Dinsiz olduğundan şüphe edilen Bruno, dört gözle izleniyor, ama henüz kendisine dokunulmuyordu.
Derken eline Kopernik’in kitabı geçti. Onu okurken başının üzerindeki göğün nasıl yükseldiğini büyük bir sevinçle duyuyordu. Bruno, Kopernik’in çizdiği bu tabloya büyük bir dikkatle bakıyordu. Ortada güneş, çevresinde de çok uzaklarda yıldızlar kubbesi.
Dünyanın sınırlarını genişleten Kopernik, bu son elmas duvar önünde ürkerek duraklamıştı. Niçin durmalıydı, niçin daha ötelerde hiçbir şey olmadığına inanmalıydı? Sadece Aristotales böyle dediği için mi? Ama Demokritos, Epikuros, Lucretius, evrenin sonsuz, dünyaların sayısız olduğunu söylememişler miydi?
Kitaplardan birinde 1500 yıl önce ölmüş Antik Romalı bir adam çok daha büyük bir evreni fısıldadı ona. Bruno’nun bildiği Tanrı kadar sonsuz. Lukretius okuyucusundan evrenin kıyısında durup bir ok attığını hayal etmesini istemişti. Ok ilerlemeye devam ederse evrenin kıyısı olduğunu düşündüğümüz yerden ötesi de olduğu anlaşılacaktı. Ama ok ilerlemeye devam etmezse, mesela bir duvara çarparsa o zaman o duvarda evrenin kıyısı olduğunu düşündüğümüz yerden ötede olacaktı. Bu sefer duvarın üstünde durup bir ok daha atarsanız yine aynı iki ihtimal söz konusu olacaktı. Ok ya sonsuzluğa doğru yol alacak ya da üstünde durup bir ok atabileceğiniz bir sınıra çarpacaktı. Yani her halükarda evrenin sınırı bulunmuyordu.
Kozmoz sonsuz olmalıydı. Bunlar Buruno’ya gayet mantıklı geldi. Taptığı Tanrı da sonsuzdu neticede. Bu durumda yaratılış da bundan azı olamazdı.
Bruno da Kopernik gibi bir manastır hücresindeydi. O da hayallerine Napoli’de başlamıştı. Hayali sonsuz evrende dolaşırken, keskin gözler peşini bırakmamıştı. Yalnız konuşmalarını gizlice dinlemekle kalmıyor, aklından geçenleri de biliyorlardı.Bruno’ya karşı 130 maddelik bir suçlama hazırlanmıştı. Çünkü Bruno kutsal Katolik kilisesinin buyruklarını 130 kez çiğnemişti.
Bu durumda karşısında Bruno kendisini savunacak birini bulmak için Roma’ya gitti. Bruno Roma’da papaz cübbesini çıkarıp şapka ve pelerin giydi. Sivil elbise, belindeki kılıç, cübbeden daha çok yakışmıştı kendisine. Bruno Roma’da bir liman şehrine gidip orada gemiye bindi. İleride özgürlük bekliyordu kendisini.
Bir şehirden diğerine, ülkeden ülkeye dolaşmalar başladı. Dünya genişti, ama Bruno’ya dar geliyordu. Alp Dağları’nın ötesinde hür İsviçre’de kendisine ve arkadaşı bilime sığınak bulacağını sanmıştı. Bruno Cenevre’deydi.
Çok geçmeden, umutlarının boşa çıktığını anladı. Burada din, Roma’dakinden başka olmakla birlikte, bağnazlık aynıydı.
Çevresinde papazlar yerine esnaf görüyordu. Burada erdemler, dinin buyurduğu gibi değil, çıkarcı erdemlerdi; kim zenginse o kutsaldı. Yani burada da ikiyüzlülük Roma’dakinden geri kalmıyordu. Bruno insanların dikkatinden hiçbir şey kaçmayan gözlerinde, çok iyi bildiği aynı sinsi parıltıyı görüyordu.
Size de bu cümleler biraz tanıdık geliyor mu acaba?
Aklına İspanyol bilim insanı Miguel Servet geldi. Servet insanın anotomisini incelemiş, kan dolaşımının sırlarını çözmeye çalışmıştı. O da İsviçre’de engizisyon izlemelerinden gizlenebileceğini sanmıştı. Servet’i öyle bayağı yakmamış, tam iki saat ateşte kızartmışlardı.
Bruno’nun tedbirli davranması, dilini tutması gerekirdi. Bruno susmak istemiyordu ve susmazdı da. Kendisi gibi düşünmeyenlerle alay ettiği için kısa bir süreliğine hapishaneye girdi. Çok sürmeden çıkarıldı.
Rahat duramayan misafir Cenevre’den ayrıldı. Bir süre Toulouse Üniversitesi’nde ders vermeye başiadı. En iyi profesörlerin derslerinden bile daha doluydu dersleri. Öğrencileri defterlerinin sayfalarını onun söyledikleriyle doldururlardı.
Bruno Aristotales ve Pluton’a karşı çıkıyordu. Yüzlerce yıl sonra, Plutoncularla Demokritosçuların arasında eski savaş yeniden alevleniyordu.
Hem hükümdarların, hem din adamlarının korudukları Pluton’un eserleri yüzyıllardan hiç zedelenmeden geçmişti. Çünkü bir putperest olan Pluton, Hristiyan din bilginleri gibi, dünyanın bir Tanrı tarafından yaratıldığını ve sevap işleyenleri öbür dünyada iyiliklerin beklediğini söylerdi.
Tanrı tanımayan Demokritos’un eserleriyse hep izlenmiş ve bunların kala kala başka yazarların kitaplarına aldıkları bazı parçalar kalmıştı. Demokritos’un kitaplarını putperestler de yakmıştı. Hıristiyanlar da.
İşte bu kitaplar, küller arasından yeniden çıkıyor gibiydi. Demokritos Pluton’la yeniden savaşıyordu… Ve Demokritos gibi düşünenlerin tanrı tanrıtanımazlıkla suçluyorlardı.
Bruno, Toulouse’dan ayrılıp Paris’e gitti. Paris’te dinden sapmış sayılan Hugenotların evlerinde tebeşirle çizilen haçlar daha duruyordu. İşte alışveriş yapılan şu köprüde, bütün gece baskından kaçanlar yakalanıp öldürülmüş, cesetleri de Sein Irmağı’na atılmıştı. Bu manzara, kan bayramıydı, bağnazlığın zaferiydi. Katolikler 1572 yılının 23 Ağustosu’unu 24’üne bağlayan gecede, 3000 Hugenot (Fransız Protestan) öldürmüşlerdi Paris’te.
İlk zamanlar Bruno’ya talih gülmüştü. Bruno krala takdim dilmişti. Bilim üstüne konuşma gibi olağanüstü bir eğlence, yeniliklere düşkün kralı büyülemişti. Kral, Bruno’yu profesör ilan etmiş, hatta onun kilise ayinlerinde bulunmamasına bile izin vermişti.
Bruno, bir saray bilgini olup unvan ve ödüller alabilirdi. Fakat Bruno’ya göre uşak elbiseleri, kendisi gibi insanlar için değildi. Bruno uşak değil, şövalyeydi. Bilim için dünyayı fethetmeye çıkmıştı. Her yerde bilimi övüyordu. Bilime layık olduğu saygıyı göstermemek cesaretinde bulunanların vay başınaydı! Bruno, sağına soluna darbeler indiriyor, cahilleri hırpalıyordu. Fakat yalnızdı, cahillerse alay alaydı. Ve Bruno’ya yine hapishane yolu göründü; yakılmasını beklemeden bir gemiye atlayıp İngiltere’ye geçti.
Bruno Oxford’da bir düelloya katıldı. Bu düello, öyle kılıçla değil, kanıtlarla dövüşürdü. . ‘’Nihayet’’ dedi. Dengi olan kişilerle vizyonunu paylaşabilecekti.
Seyirciler arasında, İngiltere’nin en soylu kişileri, saray mensupları, yabancı elçiler ve bizzat kraliçe vardı. Bruno Oxford profesörlerinin en bilgilisi olan Doktor Nundinius’a 13 öldürücü darbe indirmişti. Nundinius silahsız kalmıştı. Yenildiğini anlayınca bir şövalyeye yakışmayacak biçimde davrandı, küfürler savurdu Bruno’ya. Diğerleri de ondan geri kalmamıştı. Şapkaları bir yana eğilen, pelerinlerinin etekleri savrulan bilim adamlarının ağzından, Londra hamallarına taş çıkaran küfürler işitiyordu.
Tartışma bitmiş, yüksek misafirler dağılmıştı. Bruno’nun arkadaşından ‘’Defol, Aristotales’ten daha bilgili, Pluton’dan çok bilen herif, defol buradan! Çek arabanı, ne idüğü belirsiz herif! Acemi çaylak, sen kim oluyorsun da, bu kadar büyük bilginin yürüdüğü yolda ters yönde yürümeye cesaret ediyorsun.’’
Arif olan dersini alırdı. Ama Burnuno öyle biri değildi. Büyüleyici Kozmoz imgesini kendine saklayamadı. Yaşadığı dünyada bunun cezası ne kadar vahşi. Zalim ve sıra dışı olsa da.
Bruno dolaşmaya devam ediyordu; Prag, Helmşted, Franfurt.
Gittiği şehirlerde, cesur düşünürlerin kitaplarının, boru sesleriyle yakıldığı yerlerde bilimi övüyordu. Cahillerle durmadan savaşıyor, onlara saldırıyor ve kendisine yöneltilen saldırıları püskürtüyordu. Bruno her yerde alçaklığı alt ediyor, küstahlığa gem vuruyor, cahilliği açığa çıkarıyordu. Her nereye baksa, farklı düşüncelere karşı bir hoşgörüsüzlük, her yerde hafiyeler, ikiyüzlüler, tarihin çarkını durdurmaya çabalayan kalın kafalı insanlar görüyordu.
Ne tarif ama…
Bruno ihtiyatsızca İtalya’ya döndü. Ölecekse de, yurdunda, doğduğu göğün altında ölmek istiyordu. Bruno İtalya’yı unutmamıştı. İtalya’da da kendisini unutturmamışlardı. Dominikan Tarikatı’ndan olanlar, din yolundan ayrılan kardeşlerini, ne yapıp edip kendi taraflarına çekmeyi düşünüyorlardı.
Yurdunun göklerini yine gören Bruno’nun mutluluğu uzun sürmedi. Venedik’teki Kurşun Damlı Zindan’a atıldı.
Sonsuz bir evrene tapan bu avare 8 yıl tecritte çürüdü. Dur durak bilmeye sorgulamalara rağmen görüşlerden vazgeçmeyi reddetti.
Kilise Buruno’ya eziyet etmek için neden bu kadar uğraşıyordu? Neden korkuyorlardı? Ve Buruno haklıysa kutsal kitaplar ve kilisenin otoritesi sorgulanabilir hale gelebilirdi?
Peki ya şimdi herşey açıklandığına göre, bir sürü gezegen bulunup yaşam aranıp bulunmasına an kaldığına göre, kilisenin inançları ve otoriteleri sorgulanabilir mi? Şu anda, sizce?
Engizitörler, insan iradesini işkenceyle kırma yollarını bilirdi. Üzgün ve bitkin Bruno’yla altı yıl uğraştılar. Güçlü bir zekası ve derin bilgisi olduğunu biliyorlardı. Tartışmalarında Bruno’nun fikirlerini çürütebilecek bir filozof dünyaya gelmemişti.
Sonunda engizisyon kardinalleri hükmünü verdi.
Mahkemenin aldığı karar şöyleydi:
Karardaki ‘’Kardeş Bruno, kendisine mümkün olduğu kadar tatlı ve kan dökmeden davranılması için sivil makamlara teslim edilsin.’’ Sözlerinin korkunç anlamını Bruno anlıyordu. Bu tatlılığın ne demek olduğunu biliyordu. Sivil makamlar, tatlılıkla insana işkence eder, öfkelenmeden insanı sakatlar, ‘’acıyarak’’ diri diri yakarlardı.
Bruno ayağa kalktı, başını kaldırdı. Gözlerinden nefret okunuyordu. Şöyle dedi:
Siz kararınızı bildirirken korkuyorsunuz da, ben onu dinlerken korkmuyorum!
Gerçekten Bruno, yargıçlar kadar korkmuyordu. Bruno ölecekti, ama uğrunda öldüğü bilim yaşamaya devam edecekti. Ona işkence edenlerse, birkaç yıl daha fazla yaşasalar da, çirkin ve karanlık işlerini tarih lanetleyecekti.
Tarih 17 Şubat 1600 yılını gösteriyordu. Yüzlerce Romalı, Çiçekler Meydanı’na koşuyordu. Papa, 50 kardinal ve bütün ülkelerden özel olarak bu büyük kilise bayramına gelen misafirler meydanda olacaklardı. Ünlü dinsiz yakılacaktı.
Romalılar, başına taç yapıp övünmeleri gereken kimseyle alay ediyor, ona küfrediyorlardı. Bruno’ya üstünde zebaniler ve cehennem alevi resmedilmiş bir gömlek giydirilmiş, başına da tuhaf bir külah geçirilmişti. Din kurallarından sapan birini gülünç gösterip rezil etmek için her şey yapılmıştı.
Cellat onu, bir direğe zincirle sımsıkı bağladı. Ateşte diri diri yakılmak suretiyle ölüme mahkum edilen Bruno, korkmadan insanların gözlerinin içine bakıyor, cellatsa yüzünü bir maske altında gizliyordu.
Alevler Bruno’nun ayaklarına yaklaştı, elbisesini sardı. Papazlar dikkat kesilmişti. Bruno hiç olmazsa bu somn dakika pişman olup fikirlerinden döner miydi acaba?
Fakat umutları boşunaydı. Bruno aman diyemeyecekti. Ağzından ne bir söz, ne bir inilti çıkacaktı. Bilincini kaybetmemişti.
Duyguyu acıyı bastırani iniltilerini açığa vurmamasına yardım eden kuvvet neydi?
Hayatının bu son dakikalarında Bruno’nun ne düşündüğünü bilmiyoruz, ama kavgaya yeni savaşçılar katılıyordu… İşte Başlıyor!
Sevgilerimle,
Esra DOĞRUL
KAYNAKÇA:
- A History Of The World / Andrew Marr’s History of the World
- Yazar: Neil deGrasse Tyson, Donald Goldsmith / Cosmos
- Yazar: M. İlin – E. Segal / İnsan Nasıl İnsan Oldu?
One thought on “KARANLIKTA KAN KIRMIZI PELERİNİNİ ÖRTTÜĞÜNDE” Yorum bırakın ›