BİR DÜNYA GECESİNDE BULANIK BİR RÜYA
Dünya başkalaşmıştı ve eskiden gerçek sanılanlar, gözün gördükleriyle uzlaşmıyordu. Ama bunlar savaşsız teslim olmak, çekip gitmek de istemiyordu.
Gerçeklere dayanan bu hikâyede, kahramanın adı neredeyse her bölümde değişiyor. Bir şehirden diğerine, bir ülkeden ötekine gideceğiz.
Baltık Denizi’nin sisli kıyılarında, denize uzanan dar bir kara parçasının meydana getirdiği körfezde Frauenburg adındaki Polonya şehrini bulalım. Şehirde yamaçtaki şatoyu surlar çevreliyordu. Şatoya defalarca saldıran Töton şövalyeleri, civardaki köyleri yakmış, bahçe ve tarlaları çiğnemiş, fakat şatoyu ele geçirememişlerdi.
Ama burası gerçekten bir şato muydu?
Surların üzerinde, bir kilisenin sivri kuleleri göklere doğru yükseliyordu. Tören saatlerinde kuledeki çanların sesleri ta uzaktan işitilirdi. Beyaz duvarlarla çevrili bahçenin gölgeli yollarında, kenarları kürklü şapkalar ve geniş yeni elbiseler giymiş insanlar dolaşırdı. Bunların din adamları oldukları hemen göze çarpardı.
Sakın burasi bir manastır olmasındı?
O da değildi. Bu cübbeli insanların yaşayışı, rahiplerinkine benzemezdi. Çoğu, dua okuma sırası kendisine geldiği zaman, parayla bir papaz tutup okutur ve sırasını savardı. Geniş tarlaların getirdiği gelir, civardaki şehir ve köylerden alınan vergi, bunlara iyi bir hayat sağlardı. Bunlar şövalye değildi, kanonikus’tular. Ama başları olan Varma Piskoposu hiçbir hükümdara boyun eğmezdi. Kanonikus’lar piskoposa bağlı olup onun güruhuydular.
Bu kovanda arı gibi çalışan bir ihtiyar bir adam vardı. Beyaz kulenin üst penceresinde gece yarılarına kadar mum yanardı. Bir elinde fener, öbür elinde gönyeyi andıran acayip bir alet olurdu. Feneri yere bırakıp aleti bir yere yerleştirip bağladıktan sonra, gökyüzünü dikkatle seyre dalardı. Gönyenin kenarlarından biri boru görevini görürdü. Bir gün ihtiyar, gönyeyi ekseni çevresinden döndürerek, titreşen yıldızlar arasında sabit bir kızıl noktaya çevirmişti: Mars’tı bu. Sonra feneri kaldırıp gönyenin üzerine mürekkeple işaretlenmiş çizgileri saymıştı. Böylece gezegenin yüksekliğini bulmuştu.
Yıllar önce, yıldızları incelemeyi öğreten ilk öğretmeni Dominiko di Novara geldi aklına. Takvimler tertipler, fal kitapları yazar, Güneş ve Ay tutulmalarını hesaplar, uğurlu ve uğursuz günleri belirlerdi. Hiç sevmediği bu işlerle, ancak hayatını kazanmak için uğraşırdı.
Hey gidi günler…
İhtiyar, masanın üzerinde duran kendi elleriyle yazmış olduğu kitabının sayfalarını karıştırdı. İlk sayfada Latince:
‘’Tornlu Nikola Kopernik’in Gök Kubbelerinin Dönmesine Dair Kitabı’’ yazılıydı. Altı kitaptan ilkinde, dünyanın biçimi söz konusuydu. Dünyanın küre biçiminde olduğu insanların kafalarına sokmak ne güçmüş meğer!
Kopernik, Lactantius’un şu sözlerini hatırladı:
”Güya öteki dünyada insanların başları aşağı ayakları yukarıdaydı.’’
Kopernik şöyle düşündü üzülerek:
Aradan yüzlerce yıl geçtiği halde, daha Lactantius gibileri yok değil. Bir şeyleri anlamak istemeyen insanları ona inandıramazsın. Cahil bilim adamları, bu kitabı okudukları zaman ne diyecekler? Dünyanın hareketsiz olduğuna inanmışken, birdenbire ortadaki tahtta dünyanın değil, güneşin bulunduğu şu evren tablosunu görecekler. Güneş, bir hükümdar gibi gezegenler ailesini yönetiyor. Dünya, sadece bu altı üyeli gezegen ailesinden biri olup Venüs’le Mars arasında kendisine ayrılan dairede dönüyor.
Gezegenlerin bu biçimde yerleştirilişi, Aristoteles’ten beri herkesçe kabul edilmişti. O zamanın Astronomları, yılın uzunluğunu tam olarak hesaplayacak durumda değillerdi. Az çok işe yaracak bir takvim bile yapamamışlardı.
Kopernik kendi hayatının sayfalarını çeviriyormuş gibi, kitabının sayfalarını çevirmeye devam ediyordu. Kitap daha yayımlanmamıştı, hakkında sadece söylentiler dolaşıyordu, ama zaten düşmanları çıkmıştı ortaya.
‘’Küstaha bak hele, demek dönen güneş değil, dünya ha? Ya kutsal kitap ne diyor? İsa, güneşe emretti durması için, dünyaya değil. Yöneticiler ne güne duruyor, niye tedbir almıyorlar? Kitap bir çıksın, gösteririz biz ona.’’ diyordu Kopernik’in düşmanları.
Kopernik gençlik yıllarında, İtalyan bilim adamlarıyla sohbetlerini hatırladı. Konuştukları meseleler hep kilisenin yasakladığı meselelerdi, bir dindarın şüphelenmesi gerekmeyen şeylerden şüphe ederdi. O zaman da akıldan geçen her şey yazılmaz ve her yazılan da basılmazdı. Sohbete başlamadan önce kapılar sımsıkı kapanırdı. Çünkü engizisyonun her yerde kulağı vardı.
Frauenburg’a Gozius adında yeni bir kanonikus gelmişti. Kopernik’in her adımını izliyor, öğrendiklerini piskoposa yetiştiriyordu. Kopernik gözden düşmüştü.
İhtiyar astronom, kulesinden hemen hemen hiç çıkmıyordu. Tam inancını kaybettiği anda onu neşelendiren bir olay oldu. Genç matematik profesörü George Yoakim Retik, Kopernik’e misafir geldi. Kitap, Retik’i sarsmıştı. ‘’Bu kitabı Aristotales okusaydı diyordu, görüşlerinden vazgeçerdi, kitap bu kadar gerekliyken, onu saklamakta ne anlam var?’’
Ve işte kitapçı dükkanların da Retik’in küçük kitabı, Kopernik’in kitabının çıkmasını müjdeliyordu.
‘’Çok bilgili bir adam ve mükemmel bir matematikçi olan Varma kanonikus’u, Sayın Doktor TORNLU BAY KOPERNİK’in yıldızların dönüşüyle ilgili kitapları üstüne genç bir matematik öğrencisinin birinci yazısı.’’
Kopernik, genç öğrencisi Profesör Retik’in verdiği destekle yola çıktı. Lakin önüne bir engel çıktı. Kitabı daha okuyucuya ulaşmadan redaktör, ‘’din bilginlerinin gönlünü hoş etmek için kitaba bir şeyler eklemeye’’ Kopernik’i ikna etmeye çalışıyordu.
Bu kitabı nasıl kurtarmalıydı?
Batı Avrupa’da Hristiyanlar ikiye ayrılmıştı. Birinin başında papa, diğerinin de Martin Luther bulunuyordu. Luther, Papa’ya başkaldırmıştı. Protestan reformcu Martin Luther dahi pek çoğu kitabı mukaddese hakaret olarak yorumladı. Dehşete düşmüşlerdi.
Kopernik ‘’Kitabı Papa’ya mı adasam acaba’’ diye düşündü. ‘’Luther kitabı yerdiği için belki Papa onu savunur. Ve şayet bu kitabı yazdığım için mahkemeye düşersem, kitabı ne idüğü belirsiz bir Varma Piskoposu yargılayacağına, Papa’nın kendisi yargılasın.’’
Aradan aylar geçmişti. Kopernik’i aynı zamanda astronomi ve matematik kitaplarıyla birlikte, Sağlık Bahçesi, Tıbbın Gülü gibi hekimlik kitapları da vardı. Kopernik yalnız bir astronom değil, aynı zamanda bir doktordu. Eskiden her sabah, şehir dolaylarındaki hastaları görmeye giderdi. Fakirlerden vizite parası almaz, üstelik evden çıkarken masaya, pahalı reçine ve baharattan yapılmış haplardan başka birkaç gümüş akçe bıraktığı da olurdu.
Oysa Kopernik şimdi kendisi yalnız kalmış, hasta yatıyordu. Bakacak kimsesi de yoktu…
Ömrünün son günlerini yaşadığını biliyordu. Kapıya her baktığında genç dostu Retik’in, elinde büyük bir kitapla eşikte belireceği gözünün önüne getiriyordu. Kopernik artık kitabını görmeden öleceğini sanıyordu.
Fakat kitabı ömrünün son gününde, ölümünden birkaç saat önce getirdiler. Kopernik kitabı eline alıp baktı, ama fikri artık başka yerde, çok uzaklardaydı…
Kopernik’in kitabının ilk sayfasını bir defa çevirebilecek güçte olsaydı eğer, imkansız bir önsöz görecekti. Ve onun son dakikalarını zehirlemeye yeterdi. Kısaca söylemek gerekirse, diyordu redaktör, doğru bir şey öğrenmek isteyen astronomiye başvurmasın.
1543 yılı Kopernik’in öldüğü yıl, aynı zamanda kitabın doğduğu yıldı. Kopernik mezarında yatarken, kitabı dünyayı dolaşmaya başlamıştı.
Bu kitapla kimi alay ediyor, kimi onu övüyordu. Kitap değişmemişti. Neyse oydu, ama onu okuyanların çoğu fikrini değiştiriyordu.
Ama başka birine nazaran Kopernik bile yeterince ileri gitmemişti… İşte o kişinin adı…
Sevgilerimle,
Esra DOĞRUL
KAYNAKÇA:
- A History Of The World / Andrew Marr’s History of the World
- Yazar: Neil deGrasse Tyson, Donald Goldsmith / Cosmos
- Yazar: M. İlin – E. Segal / İnsan Nasıl İnsan Oldu?